Ulusal ve Uluslararası Hukuk Açısından Su panelinde, dünya üzerinde çeşitli ihtilaflara neden olan “su” konusunda ulusal ve uluslararası düzenlemeler değerlendirildi.
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Selçuk Öztek moderatörlüğünde çevrimiçi gerçekleşen etkinlikte Öztek, Kur’ân-ı Kerim’de suyun yeryüzündeki canlıların hayatı açısından değerini ele alan onlarca ayet olduğuna işaret ederek, İslam’ın su konusuna verdiği önemle etraflı çalışmalar yapıldığını, mutlak su ve mukayyet su gibi ayrımlarla suyun incelendiğini ve bugün su hakkında varılan sonuçlara o zaman ulaşıldığını kaydetti.
Herkes tarafından ortaklaşa kullanılan ve temel bir hak olarak nitelenen su hakkında ulusal ve uluslararası birçok düzenleme olduğuna belirten Öztek, “Su, milletin ortak varlığı olarak tanımlanmış ve kullanımının herkese ait olduğu açıkça belirtilmiştir. Bazı istisnalar dışında su sahiplenilemez, herkesin su hakkı vardır.” dedi.
Su kullanımında kamu yararı öncelikli
“Sular Hukukunun Genel Esasları ve Yargısal Uyuşmazlıklar” başlıklı konuşmasında sular hukukunun iç hukuk açısından yeterli düzeyde incelenmediğini söyleyen Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Sancakdar, 1926’da kabul edilen 831 Sayılı Sular Hakkında Kanun’un da günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gerektiğini ifade etti.
Sular hukukunun hem kamu hem de özel hukukta çeşitli düzenlemelerle ele alınan, kamu hukuku yönü ağır basan karma bir hukuk dalı olduğunu belirten Sancakdar, özellikle kamusal sularla ilgili mevzuatın oldukça dağınık olduğunu, derlenmesi gerektiğini aktardı.
Ülkemizde kaynak suları dışındaki suların kamu malı olduğunu, kamu yararı olması durumunda ise kaynak sularının da kamulaştırılabileceğini söyleyen Sancakdar, “Kamusal suların başlıca özelliği, doğa niteliği nedeniyle kamu malı sayılmalarıdır. Deniz, nehir, göl gibi… Kanuni koşullara uyan herkes bu sulardan yararlanabilir. Öte yandan kaynak suları da kamulaştırılabilir. Örneğin; bir köyde kişiye ait bir su kaynağı var ama kimseye kullandırtmıyorsa kamu yararına bakılır. Kamu yararı varsa devlet kaynağı kamulaştırır.” diye konuştu.
Kanunda yer alan faydalı su kullanımı ve suyun ikincil kullanımı hakkında da bilgi paylaşan Sancakdar, “Sulardan yararlananalar faydalı ihtiyacı aşmamalıdır. Kendisine yetecek miktardan fazlasını kullanmamalıdır. Su önce içme amaçlı, sonra temizlik, sulama ve ticari amaçlı kullanılmalıdır. Öte yandan her temiz su, atık su oluşturur. Su kıtlığının olduğu dünyada atık suların ikincil kullanımı çok önemli, özellikle ticari kurumlar açısından teşvik edilmelidir.” dedi.
21. yüzyılın en önemli stratejik materyali
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dr. Öğr. Üyesi Özlem Yücel “Sınır Aşan Sular Hukuku Bağlamında Türkiye” başlığında konuştu.
Nüfus artışı, yeni ihtiyaçların oluşması ve su kirliliği gibi nedenlerden dolayı insanlığın su ihtiyacının giderek artığını söyleyen Yücel, şu değerlendirmelerde bulundu:
“20. yüzyılın en önemli stratejik materyali petroldü. 21. yüzyılın en önemli stratejik materyali ise su olacak. Petrolün savaşlara neden olması gibi su da savaşların sebebi mi olacak? İnsanlık suyu ideal şekilde, herkesin ihtiyacını karşılayacak şekilde kullanırsa bu herkesin kazancıdır. Buna bir stratejik materyal olarak yaklaşmak ve savaşmak herkese zarar verir. Bu yüzden su savaş sebebi değil, barış için iş birliği sebebi olmalıdır.”
Birden fazla ülkenin arasında sınır oluşturan veya sınır kat eden sular olarak tanımlanan “sınır aşan sular” hakkında bilgi veren Yücel, uluslararası hukukta konuyla ilgili ilk çalışmaların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladığını, ilk çalışmaların yetersiz olması gibi bugün de çeşitli problemlerin bulunduğunu söyledi.
Problemlere karşı “ortak yönetim” ilkesi
Sınır aşan sular hakkında en önemli anlaşmanın 1997 tarihli “Uluslararası Su Yolları” anlaşması olduğunu, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 1970’de alınan kararın ardından Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından hazırlanan anlaşmanın istenilen düzeyde kabul görmediğini aktaran Yücel, şöyle devam etti:
“İlk taslak metin 1991’de hazırlandı ancak tepki çekti, ikinci metin 1994’te, son metin ise 1997’de hazırlandı. Özellikle ilk metin Türkiye’nin de içinde olduğu, kaynağı olan ve yukarı kıyıdaş olan devletlerin aleyhine düzenleme getiriyordu. 27 Mayıs 1997’de 106 devletin evet, 3 devletin hayır oyu ile kabul edildi. Türkiye, Çin ve Brunei hayır oyu kullandı. Bu kadar büyük bir oy ile kabul edildiği için başarılı olacağı düşünüldü. Yürürlüğe girebilmesi için 35 devletin taraf olması gerekiyordu. Ama uzun süre 35 rakamına ulaşılamadı. Hatta 2008’de yeni anlaşma hazırlanması gündeme geldi. Ama bu tarihten sonra sayı artmaya başladı ve 2014’te 35 devlete ulaşarak yürürlüğe girdi. Bu rakam anlaşmanın başarısız olacağını gösterir. Günümüzde yeni bir anlaşma düşünülüyor.”
Anlaşmanın vurgulanması gereken yönünün “ortak yönetim” ilkesi olduğunu dile getiren Yücel şunları kaydetti:
“Ortak yönetim ilkesi sınır aşan suyun kıyıdaş olan tüm devletleri arasında ortak yönetimle çözülmesini söylüyor. Mesela Türkiye’nin Fırat ve Dicle konusunda Irak ve Suriye’ye teklifi budur. Suriye bizden 750 metreküp su istiyor. Biz anlaşmaya göre 500 metreküp veriyoruz. Suriye bu ortak yönetimi kabul etmiyor. Hatta biz elektrik elde etmek için daha fazla veriyoruz. Elektrik elde etmek için barajlardan su bırakılmalı. Eğer su bırakmazsak elektrik üretemeyiz. Su bırakmak sanki Türkiye sularını başkalarına hediye ediyormuş gibi anlaşılıyor ama hayır. Her kıyıdaş devletin sudan en verimli yaralanması elektrik elde etmesi ve sulamayla olur. Tabii burada barajların yarar ve zarar açısından iyi değerlendirilmesi gerekir.”