
Orta Asya’dan Anadolu’ya nakşedilen bir gelenek olan kalemişi, çoğunlukla camii süslemelerinde kullanılan Türk-İslâm sanatlarından biri. Dini ya da sivil mimari yapıların tavan, duvar, kemer, kubbe gibi iç mekân yüzeylerine fırça ile boya ve kimi zaman da altın varak kullanılarak yapılıyor. Birbirinden zarif kalemişi çalışmalar üreten Mustafa Nasuhi Çelebi Hoca, kalemişinin de dâhil olduğu tezyinat (süs) sanatlarının inceliklerini Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde genç kuşağa aktarıyor. Bir yandan öğrenci yetiştiren bir yandan sanatını mekâna işlemeye devam eden Nasuhi Hoca, İstanbul’da yapımı devam eden Büyük Çamlıca Camii’nin kalemişi ve tezyinat projesinin de sahibi. Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölüm Başkanı Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Nasuhi Çelebi ile Çamlıca Camii’ne uyguladığı projeyi ve sanat yaşamını konuşmak için bir araya geldik.
Türklerin göçü ile Anadolu’ya ulaşan kalemişi diğer klasik sanatlar gibi 16. yüzyılda zirveye çıkıyor. Tarihi yapıların yanında modern yapılarda da süsleme olarak karşımıza çıkan kalemişi üzerine klasik ve modern çalışmalar yapan Mustafa Nasuhi Çelebi, hat sanatının Reisülküttabı olarak adlandırılan Hasan Çelebi’nin oğlu. Babasının etkisiyle henüz çocukluğunda hat sanatıyla tanışan, ardından kendine daha yakın bulduğu için tezhibe yönelen Nasuhi Hoca, birbirini tamamlayan iki sanatı da babasıyla birlikte icra etmenin önemli bir fırsat olduğunu dile getiriyor. Babasının sanat yaşamına etkisi üzerine ise: “Tezhip sanatını ömrüm oldukça sürdüreceğim bir meslek olarak seçtim. Bundan daha güzel bir etki herhalde olamaz.” diyor.
200 sene sağlamlığını koruyacak desenler
Tezhip sanatının önemli isimlerinden olan merhume Rikkat Kunt’tan üniversite yıllarında istifade eden, klasik örneklerden de her daim faydalandığını dile getiren Nasuhi Hoca, ağırlıklı olarak tezhip sanatıyla ilgilense de zaman zaman klasiği yorumladığı özgün kalemişi projeler de hazırlıyor. Tamamlandığında İstanbul’un en büyük yapılarından biri olacak Büyük Çamlıca Camii’nin kalemişi projesi onlardan biri. Çamlıca Camii için yaptığı çalışmaların hem kapsamı ve uzun süren bir proje olması hem de çeşitli malzemelerde uygulama alanı bulması itibarıyla en fazla önemsediği işlerin başında geldiğini söyleyen Nasuhi Hoca, projede özgün ve bazen de modern sayılabilecek tasarımlara yer verdiğini ifade ediyor. Her bir desen için mutlaka birkaç alternatif taslak çalışma yapıldığını belirten Hocamız; monotonluğu olmayan, caminin her bir köşesinde farklılık gösteren, adeta sürprizler yapan desenler çizdiklerini, tezyinat bir bütündür prensibiyle imkân olan yerlerde mimari biçim ve elemanlarla bütünleşen desenler tasarladıklarını ifade ederek şöyle devam ediyor:
“Uygulamada ana kubbe ve aslan göğsü dediğimiz büyük pandantiflerde, belli bir zaman sonra tamirat ve restorasyon gerektirmemesi, uzun ömürlü olması için malzeme ve teknik araştırması yapıldı. En az 150-200 sene tazeliğini ve sağlamlığını koruyacak metal bir malzemeden desenler ve yazılar kesme tekniği ile oluşturuldu. Kesilerek hazırlanan bu desen ve yazılar, arkasında boşluk kalacak şekilde yerine monte edildi. Diğer yüzeylerde çeşitli renkte boyalarla klasik kalemişi tekniği ile desenler işlendi. Revzen pencerelerde de özgün tasarımlar ve modern yöntemler uygulandı. Ayrıca caminin tabanına serilecek halının deseni de alışageldiğimiz ‘cami halısı’ anlayışının dışında yeni bir yorumla ele alındı. Desende kullanılan rumi motifleri caminin diğer yerlerinde kullanılan rumilerle de bütünlük oluşturuyor.”
“Kalemişi, mekâna kimlik kazandırıyor”
Kalemişi projelerinin mutlaka mekânın özelliklerine göre hazırlanması gerektiğini belirten Nasuhi Hoca, bir camiye ya da herhangi bir yapıya proje hazırlarken nasıl bir yol çizilmesi gerektiğini şöyle anlatıyor:
“Kalemişi, yapıldığı mekânın tanınırlığını sağlayan, bulunduğu mekâna bir nevi kimlik kazandıran parmak izi gibidir. Özellikle bir caminin, iç mekânın tanınması büyük oranda oraya yapılan kalemişi sayesindedir. Yakın plandan bakılan bir kubbenin herhangi bir kubbe olmadığı, tavanların herhangi bir tavan olmadığı, sahip olduğu kalemişi ile ancak tanınabilir. Bu noktalar göz önünde bulundurularak işe başlanmalı, hazırlanacak proje taklit veya benzerleri daha önce yapılmış projelere benzer olmamalıdır. Bunun yanı sıra işin teknik tarafı olan ölçek, renk, uygulama tekniği ve malzeme de önem arz ediyor.”
Sanatın üretim merkezi Osmanlı Sarayı
Kalemişi sanatının kökü Orta Asya’ya, 8. yüzyıla dayanıyor. Anadolu’da yoğrulan kalemişi İslâm’ın kabulüyle gelişiyor, diğer klasik sanatlarda olduğu gibi Osmanlı Sarayı’nda yetişen sanatçıların ellerinde en güzel haline kavuşuyor. Devlet’in klasik sanatların merkezi olmasını, sanatçıyı himaye etmesini çok değerli gören Nasuhi Hoca, payitahtın diğer bölgelerdeki sanatçılar için her zaman bir cazibe merkezi olduğunu belirtiyor ve ekliyor:
“Osmanlı’da inşa edilen bir cami padişah adına inşa edilmişse, icra edilen sanatların padişahı dolayısıyla devleti temsile yaraşır düzeyde olmasına özen gösterilirdi. Nakkaşhane aynı zamanda devletin idare merkezi olan sarayın bir birimiydi. Tabii devletlerin yapısı ve yönetim biçimleri artık böyle bir iç içe olmaya uygun değil. Günümüzde yetersiz olmakla beraber dolaylı olarak devletin desteğinin olduğunu söyleyebiliriz.”
Geleneksel sanatlar eğitimini veren lisans ve lisansüstü programların sayısı ve mezunlarının günden güne arttığını, yanı sıra bazı vakıf, dernek gibi kurumların çabalarıyla da geleneksel sanatlar eğitiminin yaygınlaştığını belirten Nasuhi Hoca, sanatın hayatın bir parçası haline geldiği oranda ancak bu eğitim faaliyetlerinin karşılığının alınabileceğini düşünüyor.
Geleneksel sanatlara olan ilginin son 10-15 yılda Türkiye’de ve hatta Batı ve Uzak Doğu ülkelerinde hayli artmış olmasını memnuniyet verici olarak tanımlayan Nasuhi Hoca, olması gerekenin de bu olduğunu belirterek, ilginin mutlaka İslâm sanatlarını genişletici bir etkiye sahip olması gerektiğinin altını çiziyor.
Röportaj: Kübra Erten / Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
8 Mayıs 2018