22 Aralık 2017
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün hazırladığı “Edebiyatta Gelecek Kurguları Ütopyadan Distopyaya” adlı öğrenci panelinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerimiz; bireyin, özgürce, barış ve huzur içinde yaşadığı ideal toplum anlatısı olan ütopyalardan, baskı ve korkuyla sindirilmiş toplum anlatısı olan distopyalara; iki anlatı türü üzerine kitap incelemelerini sundular.
Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şaban Çobanoğlu başkanlığında yapılan panelde ilk olarak türleri arasında öne çıkan distopyalar konuşuldu.
Kimliklerinden ayrıştırılan kadınların anlatısı
Asel Dilan Vurak, “Damızlık Kızın Öyküsünde Kadın ve Feminizm” başlıklı sunumunda, Margaret Atwood’un; 1985’te kaleme aldığı Damızlık Kızın Öyküsü’nde, toplumun ahlaki ve insani olarak çöküşünün geleceği en kötü noktadaki haline kadınca bir bakış sunduğunu dile getirdi. Kitabı, distopya türünün en güçlü örneklerinden biri olarak nitelendiren Vurak, kitabı kendinden önceki distopyalardan ayıran en önemli farkın; süregelen totaliter bir rejimde yaşananları değil, aniden ortaya çıkan totaliter bir rejimde yaşananları anlatması olduğunu söyledi. Yazarın, özellikle kadınların haklarının ihlalini anlatırken erkeklerin yaşadığı zorluklara da değinmesini, feminizmin cinsiyetler arası eşitlik ilkesi açısından önemli gören Vurak; anlatıda kadınların, kimliklerinden ve doğurganlık özelliğinin kutsallığından ayrıştırılarak sadece bedenlerinden ibaret objelere dönüştürülmesinin modern dünyaya gönderme olduğu değerlendirmesini yaptı.
İktidar eliyle hiçleştirilen bireyin anlatısı, “Otomatik Portakal”
Pelin Konar, “Otomatik Portakal Adlı Romanda Bireyin Çöküşünün Yansımaları” sunumunda yazar Anthony Burgess’in, “iyilik”, “kötülük”, “şiddet”, “suç” ve “ceza” kavramlarını tartışmaya açtığını ve ağır toplum eleştirisi odağında düzenin makineleştirdiği insanı en çarpıcı şekilde anlattığını ifade etti. Kitabın anti karakteri Alex’in suç ve cinsellikle örülü zihin dünyasının devlet eliyle onarılmaya çalışılırken, insanlık dışı muamelelere maruz bırakılmasının sonucunda zihni bulanık bir birey ortaya çıkarıldığını kaydeden Konar, bu durumun bireyin “hiç” olduğu bir düzeni doğurduğunu dile getirdi.
Kitapların yakıldığı, düşünmenin yasak olduğu bir dünya
“Fahrenheit 451 Adlı Romanda Devlet Eliyle Oluşturulan Yıkıcı Medya ve Kültür Endüstrisi” başlıklı sunumunda Firdevs Türker, görünüşte her şeyin kusursuz olduğu, insanların yüksek teknolojinin imkânlarıyla yaşadığı bu gelecek kurgusunu, herkesi gözetleyen ama gözetleyenin görünmediği hapishane modeli panoptikona benzetti. Türker; kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, düşünmenin yasak olduğu, aşırı büyük televizyonların insanları her an gözlediği izleniminin verildiği, insanlara sistematik baskı uygulayarak otomatik işleyen birer makine haline getirildiği bu distopyanın; sansür, totaliter yönetimler ve kültür endüstrisine ağır eleştiriler yönelttiğini ifade etti. Türker, Amerikalı yazar Ray Bradbury tarafından 1951’de yazılan kitabın, bir süre sonra Amerika’da yasaklanmasının ise anlatının gerçek bir hayattan bağımsız olmadığı gerçeğini ortaya koyduğuna dikkati çekti.
Kör eden bir aydınlık!
Bir sonraki distopya ise Jose Saramago’nun Körlük kitabıydı. Kitabı, “Görmek ya da Görmemek Jose Saramago’nun Distopik Dünyasında Körlüğün Görünüşü” başlığı altında inceleyen Sena Nur Dinç, ismi bilinmeyen bir yerde geçen anlatıda, insanlarda aniden başlayan beyaz körlüğün aslında ahlaki bir körlüğü temsil ettiğini; beyaz körlüğün, modern yaşamın şaşasından, kör edici aydınlığından dolayı dünyada olup biten birçok karanlık olayın insanlar tarafından görünmemesi olarak açıklanabileceğini belirtti. Dinç, kapitalizmin liberal demokrasi adı altında üstelik bireyi mutlu kılma ve zenginleştirmek iddiasıyla ortaya çıkmasına rağmen mağdur kalabalıklar ortaya çıkarmasının da beyaz körlük olarak değerlendirilebileceğini sözlerine ekledi.
Feminist bir ütopya
Distopya incelemelerinin ardından ütopyalara geçildi. Büşra Taşçı, "Charlotte Perkins Gilman'ın Kadınlar Ülkesi Eserinde Feminizm Bilincinin Yansıması” başlıklı konuşmasında, bu kitapla feminist ögelerin bir ütopyada ilk kez kullanıldığını, erkek egemen toplumlardaki kadın yargıları ve davranışlarının karşısında durulduğunu dile getirdi. Kadınlar tarafından yönetilen “Mutluluk Adası”nda, kadınların özgür ve güçlü resmedildiğini, cinsiyet ayrımcılığı ve cinsiyet temelli iş bölümünün olmadığı bir yaşamın hüküm sürdüğünü söyleyen Taşçı, kitabın bir erkek tarafından anlatılmasının da anlatıya objektiflik kattığını belirtti. Taşçı, tüm bunların yanında anneliğin, sadece mutlu bir ulusun inşası için çocuk dünyaya getirmek olarak görülmesinin, aşk, eş ve ev kavramlarının yok edilmesinin dikkat çekici olduğunu kaydetti.
Bir Osmanlı ferdinin gelecek tasavvuru
Son olarak Fatih Sevinç, Molla Davutzade Mustafa Nazım Erzurumî’nin 1913 tarihli Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslâmiyeyi Rüyet kitabı üzerinden Osmanlı ferdinin gelecek tasavvurunu aktardı. Sevinç, Balkan Savaşları’nın yol açtığı toplumsal buhran ve hüzün içinde bir çıkış yolu bulmak için düşüncelere dalan Nâzım karakterinin, rüyasında büyük dedesi Molla Davut’la 24. yüzyılın İstanbul’una giderek, ileri teknolojik imkânların yardımıyla Batı’ya karşı İslâmi bir sistemin nasıl terakki edilebileceğinin anlatıldığı kitapta, yazıldığı 1913 yılı için çarpıcı detayların olduğunu kaydetti. Üç katlı Boğaz köprüsü, yüksek binalar, pervaneli arabalar, uyku makineleri, dev aynalar… Bu teknolojilerin yanında yönetim sisteminin de diğer ütopyalarda görülen “az kuralla düzenli bir toplum inşası” olarak sunulmasını önemli gördüğünü ifade eden Sevinç, Osmanlı’nın kurduğu sistemle dünyanın sadece bir kısmında barış sağlanmasının ise ütopyanın evrensellik yapısına aykırı olduğunu söyledi.